Open Menu

 

tarik.akiltopu.com yazılar
bölüm 1

Babam Abdülhamit AKILTOPU, Erzincan'ın Kemaliye (EGİN) Kasabasından. Annem kuzey Yunanistan'ın önemli bir şehri olan Yanya'nın Koniça Kasabasından. Malum Osmanlı Devleti. Babam Duyun-u Umumiye Memuru iken Niğde'ye Mal Müdürü olarak tayini çıkıyor. Oradayken ablam Leman dünyaya geliyor. Babam Niğde'den sonra Antalya'nın Elmalı kasabasına 1915'de, 1917'de de Antalya'ya mal müdürü olarak geliyor. 18 Mart 1918'de Antalya'da ben doğuyorum. İtalyanların Antalya'yı işgalinde, babam içinde devlet evrakının bulunduğu kasayı dört atın çektiği yaylı araba ile Korkuteli'ye kaçırıyor.  Sanırım ki anılarım 3-4 yaşındaki yaşantımla başlar.

Evet 3-4 yaşındayım. Oturduğumuz fırıncı Mehmet Temizkalp'in tek katlı, kesme taş duvarlı, bir sofa üzerinde, sağında solunda odaları olan arkası bahçeli, içinde benim doğduğum evini hayal meyal hatırlıyorum. Hayatımda ilk işe yaradığım, mahalle bakkalımız Ali Efendi'ye gidip soğan aldığım ve büyük takdir topladığım günü de hatırlıyorum. Evet 3-4 yaşındayım. Şimdi Tugayoğlu Ortaokulu olan, o zamanki İstiklal okuluna gidiyorum. Mektebe 10-15 kişilik guruplar halinde, elinde uzun bir değneği olan Bevap Dudu Aba'nın güdümünde gidip geliyoruz. Mektep şimdiki gibi tek katlı, taş duvarlı sağlam güzel bir bina. Odaların kapılarında karanfil, gül, lale resimleri. Bunlar sınıf isimleri oluyor. Bu mektepde bugün hatırladığım iki anım var. Biri öğleden sonraları bizi yani çocukları yere serilmiş hasır üzerinde uyumaya zorlamaları ki, bu hiç hoşlanmadığımız sıkıcı bir olaydı. Diğeri mektebin geniş bahçesinde, beşi bir yanında on kişilik salıncaklarda sallanışımız.

Kışla Mahallesi o tarihte civardan gelmiş köylü kökenli Türk ailelerinin oturduğu bir semtti. Burada fakir ve kendine has mahalli adedleri olan bir toplum yaşıyordu. Annem bu topluma uyum sağlıyamıyor, sıkılıyor ve çok zayıflıyor. Bu durumdan endişe eden babam Rum mahallesi olan Yenikapı'dan bir room doktor getiriyor. Doktor annemi muayene ediyor, sonunda "Hanumi, sen burada çok sıkılmışsın, seni Yenikapı'ya bizim mahalleye taşıyalım" diyor ve Yenikapı'da lisenin kuzeyinden geçen arıklı, dar Mektep sokakta, Arap Fatma'nımın evine taşınıyoruz. Rum doktor anneme bir de Anastabla isimli bir Rum bakıcı buluyor. Bu kadın annemi sütlerle, yumurtalarla besliyor ve kurtarıyor.

Taşındığımız evin karşısında köşede kesme taş yapı, bir zamanlar lisenin pansiyon binası olarak kullanılan, iki katlı rumlardan kalma evde Antalya Jandarma Kumandanı Osman Nuri Paşa oturuyor. Demokrat Parti'nin Sağlık Bakanı olan Mükerrem Sarol'un babası. Ben lisenin yanında arıklı, dar, tozlu topraklı Mektep Sokağı'nda oynarken Mükerrem Sarol bir gün terziye benim ölçülerimi aldırdı. Ne olduğunu anlayamadım. Meğer 2-3 gün sonra Cumhuriyet Bayramı imiş. Sene ya 1923 ya 1924 olacak. Altı yaşındayım. O gün ben asker elbiseli, Paşa'nın kızı İclal de Beyaz Sulh Kızı kıyafetli... Bizi fayton arabasına bindiriyorlar. Araba Türk bayrakları, mersin dalları, kraponkağıtları ile süslü. Askeri bando önde, süvariler arkada, tozlu topraklı Yenikapı Caddesi'nden (şimdiki Atatürk Caddesi) geçiyoruz. İclal ile ben faytonda ayakta, bando ile beraber şu marşı söylüyoruz;

"Dünyalara bedeldir mahcemali / Allahıma emanetim Kemali". İki yanından, Yedi Arıklardan gelen suların aktığı, dar ve tozlu topraklı Yenikapı Caddesi'nden geçiyoruz. Caddenin iki yanında fesli erkekler, kara çarşaflı kadınlar, alkış, coşku, heyecan dorukta. O tarihte halkta Kuvai Milliye ruhu vardı dahaca. Daracık Mektep Sokakta arkadaşlarımızla pirli oynuyoruz, birdenüstümüze doğru, ayakları çizmeli, başları kalpaklı iki atlı jandarma eri geldi, Paşa'nın evinin önünde durdu. Heybelerden kanlar aktı. Jandarmalar kanlı kafaları saçlarından tutup heybelerden çıkardılar. Kapıyı açan kumandana gösterdiler ve dört nala gittiler. Sonradan öğrendik ki, çubuk'ta soygun yapan eşkiya kafaları imiş. Birgün yine o dar sokakta oynarken arkadaşlardan biri "Agam Kalekapısı'nda adam asmışlar, hadi gidip görelim" demesi üzerine biz yalın yapıldak Üçkapılar'ın karşısındaki içinde çitlenbik ağaçları!nın bulunduğu, üçgen şeklindekiufak mezarlığın içinden koşrak geçip Kalekapısı'na varır, Saat Kulesi!nin önünde üç ayaklı darağacına asılı beyaz gömlekli eşkiyayı seyrederdik. O tarihte hemen hemen Anyalya'nın her yerinde ufaklı büyüklü mezarlıklar vardı. Şimdiki Belediye İşhanı'nın olduğu yer ve çevresi,  otoparkın, bankaların olduğu yerler ve çevresi, Şarampol Caddesi'nde eski otogar yeri ve çevresi hep mezarlıktı.

Arap Fatma'nımın evinden sonra bu evin iki yüz metre ilerisinde, duvarlı bahçenin yakınında, Pali bahçesinin karşısında Kesriye Muhaciri Şeytance İbrahim Efendi'nin köşebaşındaki, iki katlı taş yapı evine taşındık. Osman Nuri Paşa gitmiş yerine Erzurumlu Albay Enis Bey gelmişti. Enis Bey'in oğlu bundan on sene önce Milli Güvenlik Kurulu Genel sekreteri, bilahare Romanya Büyükelçisi olan Nahit Özgür'dü. Bir gün Nahit Özgür'le bizim evin karşısındaki dut ağacına dut yemek için çıktık. Nahit dalı sallayınca ben aşağıdaki yıkık duvarın üstüne beyin üstü düştüm. başım yarıldı, kanlar içinde yaya olarak beni evvela Hükümet caddesi'ndeki Şeref Bey'in eczanesine, oradan da hastahaneye götürdüler. Yarılan kafam dikildi. Büyük tehlike atlattım. Ben bu olayı bacanağım olan Deniz Baykal'a anlatmıştım. O da Milli Güvenlik Kurulu'nun bir toplantısında Nahit Özgür'e sormuş. O da "dalı ben sallamadım Tarık kendisi düştü" demiş.

Böcek Nişan Verdi

Şeytance İbrahim Efendi'ninevinde otururken üst katta bir odayı ipek böceğine tahsis ettik. O zaman Antalya'da hemen hemen her evde ipek böceği besleniyordu. Buradan elde edilen gelir aile bütçesine destek oluyordu. Bu odada tahtadan ranzalar yapıldı.  Bu ranzaların üzerine dut yaprakları serildi. İpek böcekçiliğinin Karaalioğlu Parkı'ndaki istasyonundan kutu içinde ipek Böceği Sürfreleri alındı. Bunlar yaprakların üzerine serpildi. Bu böcekler dut yapraklarını yerken birgün baktık bir koza gördük. O vakit ona "BÖCEK NİŞAN VERDİ" dediler. Kozalar çoğalınca Zerdalilik'deki kahvenin (caminin) karşısındaki kozakçı Abuzelef Hamit' satıldı. Bu  bahçede altında ateş yanan içi dolu toprak kuyular vardı. Kozalar bu kuyularda kaynatılır, ipek iplikleri kuyunun üstündeki çıkrıklara çekilirdi. Bu ipek iplikleri ile ibrişim, sadakor denilen bezler dokunuyordu. Bu iş Alanya'da yapılır. Bu ipliklerle erkeklerin beline sardığı rengarenk çizgili desenli Alanya kuşakları dokunurdu.


Çikolata ile Tanışışım

Birgün annem bize renkli kağıtlara sarılı birşey verdi. "Yiyin tadı çok güzel" dedi. Biz merak ettik. "Bu nedir" dedik. Annem "buna çikolata diyorlar" dedi. Bizim komşulardan biri Rodos'a akrabasına gitmiş, oradan bir çanta dolusu çikolata getirmiş satıyormuş. Annem ondan almış. Böylece hayatımda ilk defa çikolata ile tanışmış oldum. O zamanlar böyle birşey yoktu, biz ekşi portakalı, tatlı limonu, frenk yemişini, şeker kamışını, turucu, mersini, çitlenbiği(çıtlık) biliyorduk. Muzu da çok geç tanıdık. Antalya'da muz yetiştirilmiyordu. Eşek muzu denilen yenmez bir muz vardı. Alanya'dan da o tarihte pek muz gelmiyordu. Bu meyveler şimdiki Dönerciler Çarşısı'nın olduğu yerde bulunan Kayaflar Çarşısı'nda satılıyordu. Antalya'da o zaman portakal da pek yenmezdi. Ekşiydi, portakallar, turunçlar bahçelerde çürür, gübre olurdu. Yalnız kilosunu bir kuruşa aldığımız turunçlardan annem reçel yapardı. Sırası gelmişken söyliyeyim Antalya'nın reçelleri meşhurdur. Şimdi bu işi Narenciye İstasyonu yapıyor. Dışarıdan gelenler Antalya2dan hediye olarak reçel alırlardı. O tarihte fırından ekmek alınmazdı. İki tarafında kara küfelerin bulunduğu eşeklerle taşınan ve evlere verilen ekmekler için para ödenmez çetele kesilirdi. Çetele hayıt ağacından yapılırdı. Çetele bitince toptan hesap görülürdü. O zaman iki cins ekmek vardı. Has ekmek, harcı ekmek. Zannederim aralarında bir kuruş fark vardı. O tarihte ekşi Antalya portakalını yemezdik ama, Alanya'dan gelen kabuğu dilimli Alanya portakalını ve Çakırlar'ın o küçük tatlı portakalını severdik. Finike'nin o meşhur portakalını tanımıyorduk. Mahallede birisinin evinde yayladan (Korkuteli, Elmalı'dan) bir misafir geldiğinde hemen belli olurdu. Çünkü mahalle elma kokardı, armut kokardı. O tarihte sokaklarda buğday yüklü develer, odun yüklü, kömür yüklü eşekler görülürdü. Bunların başında orijinal yörük kıyafetli, ayağı çarıklı, başı fesli yörük delikanlıları ve kızları bulunurdu. Bunlar yüklerini satınca doğru (Tek) veya Geyikoğlu'nun dondurmacı dükkanına gider, burada bardağa konan karın üzerine vişne şurubu dökülerek yapılan Şişertme'yi içer öğleyim tahin helvası ile pide yerlerdi.


Develik

Antalya'da o tarihte develer için park yeri vardı. Buraya "Develik" denirdi. Bu yer Değirmenönü Caddesi'nde Karakaş Camisi'nin yüz metre ilerisinde şimdiki otoparkın olduğu yerdi. Ancak bu yer o zaman Değirmenönü Caddesi'nden bir metre kadar yüksekti. Korkuteli'nde, Antalya'dan gelen develer burada ıhtırılır, lengerler içinde ıslatılmış kepeği yer geviş getirirlerdi. Yine o tarihte şimdi Memurevleri denilen sigorta binasının karşısındaki yerde senede bir defa at yarışı yapılırdı. O zaman buraya "Arap Alanı" denirdi. Herkes çıkınına yiyeceğini koyar sabahtan buraya yaya olarak gelirdi. Burada köfte, ciğer satan arabalı seyyar satıcılar da bulunurdu. Bu çukur çamurlu alanın yanında ahşap tirübünler de bulunuyordu. O tarihte hastane ve askeri kışla (debboy) şehrin dışında sayılıyordu. Hastaneye yaya gidilir, o gün yorgunluktan bütün gün yatılırdı. Uzaklığı tarif etmek için Ta Hastane Üstünede denilirdi. Neyse lafı dağıttım, ne diyordum... Şeytance İbrahim Efendi'nin evinin karşısında, Ziraat Bahçesi'nin bir köşesi olan Pali Bahçesi vardı. Burada top oynardık. Yanımızda ki; o zaman Yanyalı Fuat Bey'e ait olan(Bugün Solmazlar yani Mehmet Manavoğulları'nın) bahçesi olan duvarlı bahçe denilen yerde, uçurtma uçururduk. Ben kargı ile çok güzel uçurtma yapardım. Bir gün kendi boyumdan büyük bir uçurtma yaptım. Havalandığında beni sürükledi. Zaptedemedim ipi bırakmak zorunda kaldım. Antalya'da bayrak denir, çocuklar uçurtmayı genellikle kalelerin üstünde uçururlardı.


Düden
Antalya'ya hayat veren, bütün Antalya platosunu sulayan, menbası Eğridir Gölü olan Düden Irmağıdır. Yeraltından gelen bu ırmak Kırkgöz'de ve Varsak'ta yerüstüne çıkar. Buraya Düdenbaşı derler. Bir kolu Kepez'deki hidroelektrik santralını çalıştırır. Varsak'dan çıkan kolu Yüksekalan Mahallesi'nden geçerek bir çok kola ayrılır. Bürün Antalya platosunu, şehrin bahçelerini sular. Şelale olarak falezlerde Akdenize dökülür. Düden'in esas kolu Kızılarık mahallesinden  geçince Meydan mevkiindeki Yediarık'a ayrılarak bahçeleri sular, değirmenleri çalıştırır. Bir kolu şehrin sokaklarından, kaleiçi'nin   sokaklarından, kalelerin dibinden arık olarak akar. Değirmenönü mevkiiende şut yapan çay aşağıdaki Aklar'ın, Hacı Mustafa'ların, Çapacı'nın un değirmenlerini çalıştırır. Buradan sebze ve portakal bahçelerini sulayarak falezlerin üstünden   denize dökülür. Bir kolu Ziraat Bankası'nın olduğu yerden karşıya geçerek, Yenikapı Caddesi'ndeki kalelerin dibinden akar. Karaalioğlu Parkı'ndaki Burhanettin Onat'ın evinin önünden geçtikten sonra Adil Aşçıoğlu'nun buz fabrikasını çalıştırır ve şelale olarak denize dökülürdü. Haşim İşçan zamanında kalelerin dibinden akan bu su Atatürk caddesinin ortasından akıtıldı. Antalya'da arıksız sokak, havuzsuz ev yoktu.Hali vakti yerinde olanlar evlerinin bahçesinde Çancı Mehmet Usta'ya kuyu (sarnıç) yaptırırlardı. Çancı Mehmet Usta kuyunun içini horasan harcı ile sıvardı. Çancı Mehmet Usta'nın yaptığı kuyuların suyu tatlı olur derlerdi. Bu kuyular yazın buzdolabı vazifesini de görürdü. Yaz aylarında sepete konan yiyecekler kuyuya sarkıtılırdı. Yemek satlerinde kuyusu olmayan komşuların çocukları ellerindeki maşrapa ile su almaya gelirdi. Yemeklerimizi kuyunun yanında beton zeminli avluda, yere serilmiş sofra örtüsünün üstüne konan sofrada, sivri sineklerle boğuşa boğuşa yerdik. Evet ne diyordum, Düden... Düden'in büyük bir kolu Antalya serik yolunun üzerindeki Çırnık köprüsünün altından geçer, Karahayıt denilen şimdiki havaalanının olduğu geniş arazide ekilen karpuz tarlalarını sulardı. Bu göl karpuzları çok büyük ve kalın kabuklu olur, kabuklarından reçel yapılırdı. Bazı aylarda sular çok gelince köprünün altından geçemez, bütün civarı su basar adeta göl olurdu. Hatta sular yolun üzerini de örttüğü için ulaşım aksar, kayıklar görülürdü. Düden Irmağı'nın bir kolu da Şarampol'den geçer ki buradaki çaya Kanlı Çay denirdi. Bu çayın suyu drindi ve hızlı akardı. Bu çayda çok çocuk boğulduğu için bu ad takılmıştı. Bu çay Şarampol'den sonra Kızılsaray Mahallesi'nden, askeri kışlannn içinden, Cumhuriyet Caddesi'nin altında geçip, şimdiki Karikatür Sokağı'ndan şut yapıp aşağı dökülürdü. Oradaki un fabrikasını çalıştırdıktan sonra Gazhane binasının yanından denize akardı.

Antalya'da Otuzlu Yıllardaki Yaşam

1925-30'larda bilhassa yaz aylarında ıssız, sıcak, tehna bir memleketti Antalya. O aylarda şehrin 15-20 bin olan nufusunun yarısı yaylalara giderdi. Antalya'nın o yıllardaki görüntüsünü bir şiirimle anlatayım.

DOKUZYUZ OTUZLARDA ANTALYA

DOKUZYÜZ OTUZLARDA, AĞUSTOS AYLARINDA,
AHALİSİNİN ÇOĞU YAYLALARDA
YAZ AYLARINDA.
TOZLU TOPRAKLI YOLLARINDA
O GÜNLERDE GÖRÜLEN MANZARA
BAZEN BUĞDAY YÜKLÜ DEVELER
BAZEN SU TAŞIYAN EŞEKLER.
AĞAÇLARDA CIR CIR ÖTEN BÖCEKLER
KALELERDE SOLUYAN KERTENKELELER
HAVADA UCUŞAN HACI LEYLEKLER
EVLERİMİZDE SAZ ÇALAN SİVRİ SİNEKLER.
YOLLARDA MEZARLIKLAR.
TEK TÜK GÖRÜLEN İNSANLAR
DÜKKANLARDA UYUYAN ESNAFLAR
AYDA BİR DUYULAN VAPUR DÜDÜĞÜ SESİ
O TARİHDE ANTALYA'NIN
EN BÜYÜK EĞLENCESİ.

Yaz aylarında Antalya'da yaylalara gitmeyen Antalya'lı, geceleri Karaalioğlu Parkı'na, Fener kayalıklarına (şimdiki Talya Oteli'nin olduğu yere) gider, vaktini gece yarılarına kadar buralarda geçirir eve dönüp cibinliğin altına girmek istemezdi. Hele yenikapı'da lisenin yanındaki Rumeli'nden gelen Karaferya çingeneleri, Haşim İşçan'ın yaptığı Karaalioğlu Parkı'ndaki bankların üstünde uyur, geceyi orada geçirirlerdi. Bazısı da kenarından arık akan evlerinin önündeki toprak sokağı sular, süpürür, üzerine hasır serer geceyi orada geçirirlerdi. Evet yaz ayları böyleydi. Kış gecelerine gelince, hanımlar çoluk çocuk bir arkadaşının evine gider, burada yenir içilir, eğlenilirdi. Evlerde iplik helvası çekilir, tombala, yüksük oyunu oynanırdı. Ramazanda sütlaç yapılırdı. Şimdi kışın gece komşu ziyaretlerini anlatan bir şiirim;

HEY GİDİ DÜNYA HEY

DÜŞÜNÜYORUM DA MAZİYİ
YİRMİ BEŞLİ OTUZLU SENELERİ
BAZEN AHŞAP DİREKLERDEKİ
GAZ LAMBALARI ALTINDA
BAZEN FENERLER ELİMİZDE

SALLAYA SALLAYA GECELERİ
KARANLIK SOKAKLARDA
KOMŞU ZİYARETLERİNİ.
BAZEN DE,
GAZ LAMBASI IŞIĞINDA
DERS ÇALIŞTIĞIMIZ GÜNLERİ.
HEY GİDİ KAHPE DÜNYA HEY
NEREDEYDİ NERELERE GELDİ.

Erkekler geneldekış aylarında belirli büyük kahvelerde meddahları dinler, tombala çekilir, karagöz seyrederdi.


Evlerde Isınma

Malum o tarihlerde 1935'lere kadar Antalya'lı soba nedir bilmiyordu. Kömür ateşli mangallar ile ısınıyordu. 1935'lerden sonra soba moda oldu. Demirciler çarşısında sobacı dükkanları açıldı. Evlerde baca olmadığı için herkes pencere camlarını çıkartıp yerine soba borusunun geçmsi için ortası delik tenekeler koydurdu. Bunlardan dışarıya çıkan soba borusunun isli suları kaldırımdan geçenleri kirletiyordu. İlk zamanlar sobalarda odun yakılıyordu. Sonraları bıçkı(talaş) sobaları çıktı. Daha sonraları gaz, elektrik sobaları kullanılmaya başlandı. 1930'lara kadar Antalya'da elektrik yoktu. Tevfik Işıklar'ın yaptırmış olduğu suyla çalışan elektrik fabrikasından sonra Antalya'lı evlerine elektrik almaya başladı. Evler eski ve ahşap olduğu için elektrik borularısıvaların ve ahşap pervazların üstünden geçiyordu. Bizim Yenikapı'da lisenin yanındaki evimizin elektrik abone no.su 4 idi.


Rumkuş Paşa Kavakları

Evet bu iki yer şimdiki Lara yolu üzerinde Dedeman Oteli'nin olduğu yerde Demircikara Mahallesi'ndeydi. Bahar aylarında halk piknik yapmak için Rumkuş'daki Paşakavakları'ndaki veya Kırcamisi'ndeki bahçelere giderdi. Okullar da 5 Mayıs bahar bayramını burada geçirirdi. Paşakavakları isminin nereden geldiğini bilmiyorum. Ancak burada Tekirova'da İtalyan gemisini batıran yüzbaşı Ertuğrul Aker'in ve Atatürk'ün yakın arkadaşı Miralay şefik Aker'in bahçeleri vardı. rumkuş'un incisi meşhurdu. Bu incirlere halk arasında bardacık denirdi. Hatırladığıma göre burada ceviz ağaçları da vardı. O tarihlerde 1930 olacak Türkmenistan kökenli Şevket Bey isminde esmer bir adam narenciye istasyonu kurdu. Hatice isminde bir yeğeni vardı. kolejli Hatice derlerdi, arkadaşımızdı. O yılların yaşantısını şu şiirimle anlatayım;

OTUZLU YILLAR

BİSKLETİM DÜRKOP MARKA
O ZAMAN BİSİKLET MODASI VARDI
                                  ANTALYA'DA
YOLLAR TOZ TOPRAK AMA
VER ELİNİ KONYAALTI, VER ELİNİ LARA.
KIZ ARKADAŞIM DA YANIMDA
GÜNLERİMİZ BÖYLE GEÇERDİ
                             GENÇLİĞİMDE.
SICAK YAZ GÜNLERİNDE
BİR GÜN FENER'DE
BİR GÜN NARENCİYE'DE
BİR YANIMDA SANİYE
BİR YANIMDA HATİCE
YE MEHMET YE.

Ekmek evden su çeşmeden gelirdi, ne günlerdi o günler. Başta kavak yelleri estiği günler, otuzlu seneler, otuzbeşli seneler. O yıllarda gökteki ayın on beşinde geceleri şimdiki Talya Oteli'nin olduğu yere, yani Fener denilen yere gider oradaki delikli kayalara niyet tutar, çaput bağlardık.


Lise Yıllarım


Lisedeyken Kartvizit 1935

Fen şubesinin voleybol kaptanıydım. Edebiyat şubesinin kaptanı Tarzan cemil'di. O yıllarda talebeler arasında boş saatlerde, bazen de okuldan kaçarak bahçe aralarında gezmeye gider, yola sarkmış narlardan çalardık. İki tarafından çayların aktığı ağaçların üstünü kapattığı tozlu topraklı Bahçearası yollarında dolaşırkenki ulaştığımız mutluluğu anlatmak mümkün değil. okuldan kaçınca bazen de Deliktaş'a çimmeye giderdik. Burada tatlı su da vardı. Kayaların içinde kovuklarda çimdikten sonra ders çalışırdık. Bu kaya kovukları srin olurdu. Ancak okuldan kaçıp Deliktaşa gitmenin tehlikeleri de vardı. Okul idaresi baskın yapar, jimnastik hocamız bugün Anatlya Ticaret Sanayi Odası Genel sekreteri Nuri Çetin'in babası okul hademesi Şükrü Efendi ile gizlice deliktaşa iner elbiselerimizi toplayıp okula götürürlerdi. Biz bir donla ortada kalırdık. Sıkıntılı anlar yaşardık. Evlerimize yalvar yakar bir adam gönderir pantalon ve gömlek getirtirdik. Bu olay bugün bacanağım olan Deniz Baykal'ın da başına gelmiş. şimdi sırası gelmişken çocukluğumuzda gençliğimizde neler yaptığımızı anlatan şu şiirimi yazayım.

MUHALLEBİ ÇOCUĞU

ÇOCUKLUĞU ANTALYA'DA
                   GEÇMİŞ AMA
HIDIRLIK KULESİNDE
HİÇ PAPAZ ÇIKARTMAMIŞ,
DELİKTAŞ'IN KAYA OYUKLARINDA
HİÇ KAĞIT OYNAMAMIŞ
BAHÇE ARALARINDA
YOLA SARKAN NARLARDAN
                        HİÇ ÇALMAMIŞ
ARABACI ARAFA'DAN
HİÇ KIRBAÇ YEMEMİŞ
YANİ ÇOCUKLUĞUNU
          YAŞAMAMIŞ
NE BİÇİM ÇOCUKMUŞ BU
MUHALLEBİ ÇOCUĞU


Mermerli'deki Deniz Hamamı

Evet yine 1930-35'lerde, Mermerli'de kumsaldan 25-30 metre uzakta, deniz ortasında, kare biçiminde, ahşap direkler üzerine kurulmuş ortasında deniz suyu olan, havuz biçiminde son derece sevimli bir deniz hamamı vardı. Denizin ortasındaki bu hamama, kumsaldan ahşap kazıklar üzerine yapılmış bir metre genişliğinde ahşap bir yolla gidiliyordu. Bu deniz hamamına sabahları kadınlar, öğleden sonraları erkekler gidiyordu. Hamamın açık deniz tarafında trablem vardı. Acemiler hamamın ortasındaki, içinde deniz suyu olan havuz gibi yerde, direkten direğe gitmek suretiyle çimme öğrenirlerdi.


Arap Cerimleri

Evet yine 1930-35'lerde olacak Mermerli'nin yüz metre açığında, dört direkli yelkenli, Arap cerimleri (gemileri) demirlerdi. Bu yelkenli ahşap Arap gemileri Anamas dağlarından kesilip, mandaların çektiği kağnı arabaları ile Mermerliye indirilen herbiri bir ton ağırlığındaki ceviz kütüklerini yükler İskendire'ye götürürdü. Bu kütükler Mermerli düzlüğünde yuvarlaya yuvarlaya düzlüğün ucuna getirilir, oradan kumsala atılırdı. Bu sırada çıkan güm sesi Antalya'nın her tarafında duyulurdu. Sonra bu ceviz kütükleri kayıklarla kumsala gelen Arap gemicilerin taktığı kancalar ile denizde yüzdürülerek geminin yanına getirilir, buradan geminin caraskalları ile içeriye alınırdı. Biz o zaman bu ahşap cerimlerin etrafında donsuz çimerdik. Araplar bize gemiden galeta (peksimet) atarlardı. Bu gemilerin havasını bulursa iki günde iskendire'ye gittiğini söylüyorlardı.


Çitlenbik Ağacı

Karaalioğlu Parkı'nda birinci miradorun hemen yanında, kökü toprakta, gövdesi deniz üzerinde boşlukta olan çitlenbik ağacında, arkasına gurubu alarak yaslanmış bir vaziyette resim çektirmemiş bir lise talebesinin olacağına ihtimal vermiyorum...


İşte Karaalioğlu Parkı'ndaki meşhur çitlenbik ağacı (aşıklar ağacı) 1930'lu
yıllarda arkasına grubu alıp bu ağaca yaslanarak resim çektirmemiş
bir lise talebes düşünülemez...

İşte şimdi Çitlenbik şiiri;

YETMİŞ SENEDEN SONRA
GİTTİM KARAALİOĞLU PARKI'NA
MERAK ETTİM HAYATTA MI ACABA
BAKTIM BİZİM ÇİTLENBİK AĞACINA
O HALA ORADA YERİNDE AMMA
DEVRİLMEMEK İÇİN BOŞLUĞA
KÖKÜ SIMSIKI SARILMIŞ TOPRAĞA
GÖVDESİ DENİZ ÜZERİNDE
ZOR DURUYOR AYAKTA
ÇİTLENBİK;
HATIRLADIN MI BENİ
YETMİŞ SENE EVVELİNİ?
GRUBU ARKAMIZA ALIP DA
RESİM ÇEKTİRDİĞİMİZ GÜNLERİ
GÖRÜYORUM KÖKÜN HALA TOPRAKTA
GÖVDEN BOŞLUKTA
FARKINDAYIM YAŞAM SAVAŞI VERİYORSUN
SEN DE BENİM GİBİ
BU YAŞTAN SONRA


Lara'da Askeri Kamp

Sene 1930-35, lisede okul tatil olunca Lara'da 20 günlük askeri kamp yapılıyordu. Deniz kenarında kumsalda çadırlarımız kurulur, 20 günümüz o kumsalda karetaların dolaştığı steplerde talim yaparak geçiyordu. Rumlardan kalma kilise binasının içinde tatlı su vardı. Yemeklerimiz bu kilisenin içinde pişiriliyordu. Bir gece bir patırtı ile uyandık. Mitralyözler denize doğru ateş ediyorlardı. Telaşla çadırdan fırladık ki, İtalyan savaş gemileri çıkarma için kumsala yanaşıyor dediler. O sırada Türkiye ile İtelya'nın arası çok açık. Musolini devri, Atatürk'ün "bana çizmemi giydirmesinler" diye kükrediği günler. Biz hemen sıralandık, Lara'nın arkasındaki tepelere doğru yürüyüşe geçtik. Mitralyöz sesleri aralıksız devam ediyordu. Sonradan öğrendik ki, denizde görülenler İtalyan gemileri değil, kaçakcı gemileri imiş. Mallarını gecenin karanlığında Lara'ya çıkarmak istemişler.


Elhamra Sineması

Sene 1930... İki Mahmut var Antalya'da. Biri Mahmut Sezai, diğeri Mahmut Kaynar. Bunlar Halim'in Vatan Kıraathanesi'nin yanındaki Rum binasında Elhamra sinemasını açtılar. O zamanlar sesiz filim. Muhsin Ertuğrul'un Ankara Postası, Ateşten Gömlek, Düztaban Bastıbacak, Lorel Hardi ve Şarlo filimlerini seyrediyorduk. Gece sinemadan sonra yakın aile dostumuz olan Mahmut Sezai'nin evine hep beraber gider, o gün sinemada kazanılan paraları sayardık. Tabii hepsi madeni para idi. Yalnız pembe renkli iki buçuk kuruş olan kağıt para vardı. Bir gece Mahmut Sezai başına, kulaklarına birşeyler taktı. Sonra bu aleti benim başıma taktı "sesler geliyor mu?" dedi. Gürültülü parazitli sesler duyuyordum. Merak ettim, nedir bu dedim. Mahmut Sezai "Buna radyo diyorlar" dedi...

Bu iki Mahmut'un bir de şimdiki Belediye binasının yanında şimdi otopark olan bahçede son derece modern, Avrupai bir parkları vardı. İsmi Aypark'tı. Burada istiridye kabuğu şeklindeki sahnede, Avrupa'dan gelmiş sanatçılar gösteri yapıyorlardı. Parkın içinde seyircinin oturduğu yerin üstünde  cambazlar da gösteri yapıyorlardı.

İlk Mektep Yıllarım

İlk mektebi Paşa Camisinin arkasındaki bugün Atatürk İlkokulu, 1925'lerde ismi önce madervatan sonra İsmetpaşa olan mektepte okudum. Burada üçüncü sınıfa geçince latin harflerine başlandı. O sırada Kesriye Muhaciri demir Ağa'nın evinde oturuyordu. (Kaleiçinde). İsmetpaşa mektebi dördüncü sınıfa kadardı. Beşinci sınıfa geçtiğimizde öğretmenimiz Sermet Bey ve Ali Lülü, seçkin talebelerini de yanlarına alarak Kaleiçi'ndeki eski ismi Ambarlı, sonra Gazi Kız olan mektebe geçtik. Beşinci sınıfı orada okudum ve ilkokul şadetnamemi o okuldan aldım. Bu mektebin talebelerinin yüzde sekseni kızdı. Bu okuldaki müsamerelerimizle, ront danslarımızla meşhur olduk.


Yıl 1925, İlkokul birinci sınıfta. Başöğretmen Sermet ve
öğretmenimiz Ferdane Hanımla Karaalioğlu Parkı'nda...


Muallimemiz Ferdane hoca hanımdı. Mektebi bitirdikten sonra beni vapurla İstanbul'daki halama götürdü. O günkü arkadaşlarımdan sağ kalan, Teyyare Piyango bileti satan Mazhar ile iki büklüm kambur yürüyen Arap Rasih var. Rasih'le "Baburşahın Seccadesi" piyesini oynamıştık. Şadetnamemin hepsi pekiyi idi ama, ben bu şadetnameyi kaybettim. Rahmetli babamın yüz lira kaybetseydim bu kadar üzülmezdim dediğini hatırlıyorum. O tarihte yani ilk mektebin beşinci sınıfında Atatürk'ün hayal ettiği çocukluk ve gençlik hayatı yaşıyorduk. Cumartesi günleri kız veya erkek birimizin evinde çaylı, pastalı, gramafonlu, danslı partiler veriyorduk. son derece medeni ve Avrupai bir yaşantımız vardı. Dinine düşkün ve beş vakit namazı olan babam ortamektepde ablama, müzik öğretmeni olan Sefa Bey'den keman dersi aldırıyordu. 1930 yılından önce Antalya Lisesi lise değil, Pedagoji idi. Öğretmen yetiştiriyordu. İlk mektebi kaleiçinde, Hesapçı Sokak'taki Kesriye Muhaciri Demir Ağa'nın evindeyken okudum. 1923'de Antalya'ya gelen Kesriye Muhacirlerini bilmiyorum. 1927'de gelenleri hatırlıyorum. O tarihte Kesik Minare'nin etrafında büyük bir yangın olmuştu. Zaten kaleiçi'nin yangınları meşhurdur.


İskele

Limandaki Kale yıkılmadan önce iskele 1940

Babam mal müdürü iken, iskele tüccarlarından Mehmet Kırımlıoğlu babamı kandırıyor ve memuriyetten ayrılıyor. Kırımlıoğlu ile iskelede ticaret yapıyorlar. sene sanırım 1927. İşyeri hala iskelede iki katlı bir bina. Bu sebeble benim çocukluk hayatımın önemli bir kısmı iskelede geçti. İskelenin 1925-30'lu yıllarını iyi bilirim. Bazen vapur olmadığı sıcak yaz günlerinde iskele esnafı can sıkıntısından iskelede ambarlarda bol olan farelerin arkasına oyuncak araba bağlar yarışlar düzenlerlerdi. İskelede fare de akrep de pek boldu. Osmanlılardan kalma ortası avlulu, dikdörtgen şeklindeki iki katlı gümrük binasında çalışan iki kişiyi hatırlıyorum. Biri Trablugarp'lı Mahmut el Başa, diğeri muhasebeci Beşir Efendi. Gümrük binasındaki üzeri arap harfleri ile yazılı kocaman kalın kağıt konşimentoları hatırlıyorum. Burada isminden söz ettiğim Trablusgarp'lı Mahmut El Başa enterasan bir adamdı. Libyalı'ydı, Trablusgarp'lı bir Arap'tı ama yüzelli kiloluk bembeyaz tenli bir adamdı. Değirmenönünde Çıkla'ların evinin arkasında iki katlı güzel bir evde oturuyordu. Hatırladığıma göre bu evin alt katında boydan boya camlı dolaplar vardı ve bu dolapların içinde avrupadan gelmiş esans şişeleri, kolanya şişeleri vardı. Alt katın bir odası kümes olup, hem bu oda, hem de arkadaki bahçe tavuklarla, horozlarla doluydu. Mahmut Efendi üst katta oturuyordu. Her taraf halı döşeliydi. Her işi ve yemeğini kendi yapardı. İçi cevizli "İHRAM" dediği kurabiyeler pek güzeldi. Ramazan aylarında babam başta buranın, müdavimlari akşam buraya gelir evin sofasında 15-20 kişilik bir cemaatla namaz kılınır, ortadaki semaverde Hint'ten , Yemen'den gelmiş çay yapılır, ihramlarla içilir, sohbet yapılırdı. Sonraları ben artık Mahmut Efendi'yi görmez oldum. Üniversiteyi bitirip Antalya'ya geldiğimde Mahmut Efendi'nin tek katlı bir binada Değirmenönü caddesi üzerinde oturduğunu ve isminin Yaşmaklı Hoca olduğunu, konu komşunun yardımlarıyla geçindiğini, sonradan öldüğünü duydum. İskelede vapurun geleceği gün halen aynen mevcut olan o zamanki üç katlı taş yapı Denizyolları acente binasının üçüncü katına çıkılır, oradan dürbünle Adrasan'a bakılarak vapurun dumanını görmeye çalışılırdı. Bu iş Tophane Parkı'ndan da yapılırdı. Duman görününce o zamanın meşhur tellalı Topal Hasan'a haber verilir, o da devenin üzerine binerek elindeki kocaman borusu ile Kalekapısı'nda vapurun gelmekte olduğunu Antalya halkına duyururdu. Şimdi bu olayı duman göründü şiirimle canlandırayım;

                  DUMAN GÖRÜNDÜ

SENE DOKUZYÜZ OTUZLARDA
DUMAN GÖRÜNDÜ ADRASAN'DA
AYDA BİR VAPU GELİYOR
O ZAMANLAR LİMANA
HABER VERİN TOPAL HASAN'A
VAPURUN GELDİĞİNİ
DUYURSUN ANTALYA HALKINA
YOLCULAR HAZIR OLSUN
MAVUNALAR YANAŞSIN RIHTIMA
UYANDIRIN HAMAL BAŞI SÜLÜ'YÜ
HAMALLARI TOPLASIN İŞ BAŞINA
TEMBİH EDİN ALİSİ KAPTAN'A
ÇOK BAĞIRMASIN
ATLASIN MAVNASINA
VAPUR GELİYOR VAPUR
İSMİ ANAFARTA
BUGÜN BAYRAM VAR ANTALYA'DA
HAZIRLIKLAR TAMAMLANSIN
MALLAR, HAMMALLAR ALESTA
MAVUNALAR AVARA
KAYIKLAR SİYA SİYA
BÜYÜK BİR FAALİYET VAR
                  ORTALIKTA
VAPUR İYİCE YANAŞTI LİMANA
YOL VERİN GİTSİN KARANTİNA
AĞUSTOSUN SICAĞINDA
KERTENKELELER SOLUYOR
KALE DUVARLARINDA
BÖYLEYDİ HAYAT
BÖYLEYDİ MANZARA
DOKUYÜZ OTUZLARDA
BUGÜNKÜ YAT LİMANINDA

Şimdi bir de İskelenin Tarihi şiiri;

               iSKELENİN TARİHİ

YETMİŞ SENE ÖNCE ANTALYA'NIN
TİCARET MERKEZİYDİ İSKELE
HENÜZ YIKILMAMIŞTI
KALELER VARDI ÖNÜNDE
KAMERLİ KOCA KALEKAPISI'NDAN
GEÇİLİRDİ RIHTIMA
RIHTIM KENARINDA
DÖKME TOPLARDAN BABALAR VARDI
İSKELENİN KENDİNE HAS
BİR DE KOKUSU VARDI
RENGİ KOYULAŞMIŞ KALE DİPLERİ
SİDİK KOKARDI
TABAKHANE İLE KARŞISINDAKİ
TANDIRCININ DA AYRI BİR KOKUSU VARDI
HAMAL BAŞI SÜLÜ KAPI ALTINDA DURUR
OMUZUNDA UN ÇUVALI, RIHTIMA GEÇEN
HAMALLARA MARKA ATARDI
BAKKAL BEKİR
TULUM PEYNİRİ VE KOŞMA SATARDI
SAKALAR TABAKHANE'DEN
DOLDURDUKLARI MİKROPLU SUYU
HALKA SATARDI
BU ANLATTIKLARIM MİLATTAN ÖNCE DEĞİL
MİLATTAN SONRA VARDI

Evet 1925-30'larda iskelede manzara böyleydi. Bugün bu iskeleden eser kalmadı. Yerine yat limanı yapıldı.Gelin şimdi bir de "Yat limanı - İskele" şiirini okuyalım.

                          YAT LİMANI - İSKELE

YAT LİMANINA İNERİM DE
ARARIM İSKELEYİ
MAVUNALARI, KAYIKLARI
SU TAŞIYAN SAKALARI
OMUZUNDA UN ÇUVALI
KOŞUŞTURAN HAMALLARI

HİLMİ KAPTAN'I
CAFER KAPTAN'I

BİR SESSİZLİK SARMIŞ
                  İSKELEYİ
KAHVEDEN GELMİYOR ARTIK
KADİFEDEN KESESİ
ALİSİ'NİN O GÜR SESİ
KALELERDE DOLAŞMAZ OLMUŞ
KERTENKELELER
NEREDESİNİZ GANİ ÇAVUŞ
NEREDESİNİZ EKİZLER

Evet bu şiirimi Antalya Büyükşehir Belediyesi iskelede caminin önünedeki parka koydu (1977). Hikayemize bıraktığımız yerden devam edelim. Mehmet Kırımlıoğlu'ndan sonra babam Elmalılı Hacı Veli'lerin istikbal şirketi muhasebe müdürü oldu. Yerleri Şarampol Caddesi'nde Elhedefler'in büyük mağazası idi. Bu bina sonradan Toprak Mahsulleri Ofisi oldu. Bisiklete binmeyi bu çok büyük binanın içinde öğrendim. Bu büyük binanın içinde Amerika'dan gelmiş Kupa Ford otomobilleri vardı. Birgün Rus Jereslav usta deneme için beni yanına alarak Kepez'e doğru yola çıktık. Otomobil kepez başında bozuldu.Usta orada tamir etti, kolu çevirdi motoru işletti. Antalya'ya zor döndük. sene 1930 Kaleiçi'ndeki Demir Ağa'nın evinden Yenikapı Caddesi'ndeki lisenin az berisinde, Kesriye muhaciri, ayakları sakat eğri büğrü, eli bastonlu bir adam olan Hüseyin Çenko Bey'in evine taşındık ve bu evi babam hiç kimsesi olmayan Hüseyin Çenko Bey'e ölünceye kadar bakmak şartıyla satın aldı. Hüseyin Bey'e evin ara katındaki odayı tahsis ederek ona ölünceye kadar baktı. Biz 1930'dan 1950 senesine kadarbu evde oturduk. Lise ve üniversite yıllarım bu evdeyken geçti. Evin önündeki kaldırımın kenarından büyücek bir arık geçiyordu. Her akşam bu arıktan topçu taburunun atları ıslıkla su içerdi. Ben de evimizin cumbasındaki kanepede oturur onları seyrederdim. Taburun başında at üzerinde heybetli duruşu ile Yüzbaşı Arif Debbaoğlu bulunurdu. Ben 1938 - 40 arası hastalandım. 1940'da İstanbul'da, Fındıklı'da Güzel Sanatlar Akademisi'nin Resim, Matematik, Kompozisyon imtihanlarını kazandım ve Akademinin Yüksek Mimarlık Bölümü'ne kaydoldum. Bu arada bir anımı anlatmadan geçemiyeceğim. Akademide derslere başladık. Edebiyat dersine rahmetli Necip Fazıl Kısakürek giriyor. İlk dersinde 40 kişi olan sınıfa (Mimarlığı niye seçtiniz) diye bir kompozisyon ödevi verdi. Biz yazdık  verdik. Ertesi dersde "Aydın Boysan kim?"  diye sordu. Aydın Boysan ayağa kalktı, "benim" dedi. Necip Fazıl "sana teşekkür ediyorum on nomara verdim" dedi. arkasından Tarık Akıltopu deyince hemen ayağa kalktım. Hoca, sana da on verecektim ama ne nokta ne virgül koymuşsun. Onun için dokuz verdim dedi ve defterini kapattı. sınıfın geri kalan 38'i ayağa kalktı "Hocam biz" dedi. Bunun üzerine "Gerisi sıfır" dedi.


Savaş Yılları

O seneler İkinci dünya Savaşı seneleri, Haşim İşçan Antalya'da vali. Savaş haberlerini Üçkapılar'daki kahvenin radyosundan dinliyorduk. Türkiye'nin heryerinde ekmek karneye bağlanmıştı. Antalya bu konuda şanslıydı. Ekmek de un da boldu. Haşim İşcan avaş yıllarına rağmen Antalya'da imar hareketlerini başlattı. Antalya'yı Güzelleştirme Derneği diye bir dernek kurdu. Bu işin başına senelerce Antalya'da Özel İdare Müdürlüğü yapmış olan Muharrem Önal'ı getirdi. O zaman gaz, benzin, otomobil lastiği, demir, çimento satan tüccarlara bunları tahsis ederken, güzelleştirme derneğine bağış topladı. Haşim İşcan Bursa'ya giderken sağ kolu Muharrem Önal'ı da yanında götürdü. Antalya'ya sayısız hizmetler yapmış bu muhterem insanın bugün bir sokakta bile ismi yok. Evet Haşim bey kolları sıvadı, Mimar Necmi Ateş'e Karaalioğlu Parkı'nı yaptırdı. Atatürk Caddesi'ni genişletip, kalelerin dibinden geçen suyu yolun ortasından geçirdi. Elektrik donatımlarıyla hem parkı hem Atatürk caddesini süsledi. Ali Çetinkaya caddesi üzerinde İnönü İlkokulu'nu, Kız Enstitüsü'nü, Doğum Evi Hastanesi'ni ve şimdiki Merkez Bankası'nın olduğu yerde tek katlı Şehir Kütüphanesi'ni inşaa ettirdi. Ve Konyaaltı Caddesini islah edip etrafındaki araziyi parselletip üzerine10-11 bin liraya mal olan tek katlı villalar inşaa ettirdi. O zamanlar Haşim İşcan'ın güzelleştirme kampanyasına bağışta bulunan Bahçelievler'de villa sahibi olan tüccarların çocukları, torunları bugün ihya oldular.


Konyaaltı

1930'larda Konyaaltına karadan gitmek mümkün değildi. Parça kayaların ve çalıların içinde patika yollardan çakal seslerini duya duya gidilirdi. Biz 1930 'da lisenin önünde yapılacak takızaferi süslemek için 5-10 arkadaşla beraber omzumuza ipleri atıp patika yollardan geçerek yokuşun dibindeki mersin dallarını tahra ile keser, iple bağlayıp omuzumuza atarak okula giderdik (cumhuriyet bayramlarında). Sanırım 1927'de olacak Hükümet Erkanı'nın eşleri ve çocukları Konyaaltı'nda piknik yapmak için gezi düzenledi. Tabii denizden yelkenli gemi ile gittik. Hemen kayaların dibinde sopalarla gerdiğimiz beyaz bez tentelerle gölgelikler yapıldı. Yenildi, içildi, çimildi. Oradaki kayaların dibinde tatlı su da vardı. Öğleden sonra fırtına çıktı. Akşam oldu Antalya'ya döneceğiz ama, fırtınadan gemiye binmek mümkün değil. Gemi ile kumsal arasına tahta kalaslar atıldı. Gemiciler bizleri sırtına alıp adeta gemiye attılar. Geminin iskeleye varması zor, fırtına gemiyi kayalara doğru atıyor, çok tehlikeli bir durum. Ben başımdaki hasır şapkayı çıkardım hababam kusuyorum. Geminin içi anacık babacık günü, neyse çok şükür gemi iskeleye yanaştı. İskele mahşer, bütün Hükümet Erkan'ı orada. İçinde eşlerinin çocuklarının bulunduğu gemiyi bekliyorlar. Sağ salim rıhtıma çıktık ama, çok büyük bir felaketten kıl payı kurtulduk. Konyaaltı lafı nereden gelmiş diye öteden beri sorulur. Bu konuda muhtelif söylentiler var. koy altı lafından gelmiş diyen var, Gönye altı lafından gelmiş diyen var, Kaya altından gelmiş diyen var. Efendim hatırıma geldi , iskelenin o dar sokaklarında zaman zaman palamut çam kabuğu görülüyordu, herhalde bunlar ihraç ediliyordu. Ben çakı ile çam kabuklarından gemi yapıyordum. Bir de bu dar sokaklar kocabaş hayvanlarla, inekler, sığırlar tıklım tıklım dolar, sokaklardan geçilmezdi. Bunları giritli Süleyman Kaçar Yunanistan'a ihraç ediyordu. Bu hayvanların vapurun vincinle çırpına çırpına vapura alınışları hala gözümün önünde.

Hıdırlık Kulesi

Lisede iken arkadaşlarla Hıdırlık Kulesi'ne gider dışarıda arıktan akan sudan avucumuzla su alır, kalenin içinde belli bir yere su serperdik. Orada papaza benzettiğimiz şekiller çıkardı.


Fransız Gemisi

Sene 1942, İkinci dünya Savaş'ı yılları, mevsim yaz, sanırım Temmuz, Ağustos olacak. Ben İstanbul'dan tatil için Antalya'ya geldim. Lise yıllarımda çok gittiğim Kozaklı Kahve'deyim. Bir güm sesi duyuldu. Herkes ne oluyor derken birisi "uçaklar bir gemi ile savaşıyormuş" dedi. Ben hemen bahçelerin içinden kestirme Karaalioğlu Parkı'na, şimdiki Deniz Restaurant'ın olduğu yere vardım ki, hakikaten Sıçan adasının önünden Antalya'ya doğru bir gemi geliyor. Üç tane  teyyare de  onun onun üzerinde dolaşıyor. Kısa zamanda gemi Konyaaltı önünden geçip Devlet Hastahanesi önünde durdu. Sonradan öğrendik ki, cephane yüklü bu gemi peten tarafları Fransız gemisi imiş. Suriye'ye Rommel'e cephane götürüyormuş. İçinde tanklar, toplar varmış. Uçaklar iseDe Gaulle'cü Fransız, Kıbrıs'dan kalkmış, Adrasandan beri bu gemiyi batırmak için savaşıyormuş. Gemi sıkışınca Antalya limanına sığınıp Türkiye'ye iltica etmiş ama, uçaklar hareket halinde olduğu için bir türlü batıramadıkları gemiyi Türk karasularını ve geminin Türkiye'ye ilticasını tanımayıp gemiyi hazır durmuşken bu fırsattan istifade edip batırmaya karar vermişler. Ve uçaklar durmuş olan gemiye doğru torpillerini hababam denize bırakıyorlar. Ben torpillerin denizin yüzünden gemiye doğru gidişlerini birinci miradordan seyrediyordum. Torpillerden biri geminin kıçına isabet etti ve geminin kıç tarafı batmaya başladı. Yalnız geminin burnu denizin üstünde kaldı ama buradaki uçaksavar topları hala uçaklara ateş ediyordu. Nihayet gemi tamamen sulara gömüldü. Ben o sırada koşarak Mermerli'den iskeleye indim. Caminin önü kalabalık. O sırada rıhtıma bir torpil isabet etmiş, bir sucu eşeği ölmüş. Geminin battığı yere bakıyoruz, sanki karpuz dökülmüşcesine bir sürü Fransız askeri kafası. Bizim kayıklar hareket etti. Topladıkları askerlerden bir kısmı yaralı ama hepsi mayolu olan bu askerlerin rıhtıma çıkınca ilk yaptıkları iş mayolarından çıkardıkları aynaları karşıdaki kale taşlarının çıkıntılarına dayayıp saçlarını taramak, tuvalet yapmak oldu. Üç yüz kişi oldukları söyleniyordu. Önce Tophane Parkı'na çıkarıldılar, orada birşeyler içip dinlendikten sonra Gazi Mustafa Kemal İlkokulu'na yerleştirildiler. Sanırım Antalya'da 15 gün kaldılar, enterne edilip Isparta'ya gönderildiler. Duyduğuma göre orada İstasyon Caddesi'ndeki evlerin inşaatında çalışmışlar. Ben GUY TRUVE isimli bir Fransız askeri ile arkadaş olmuştum.


Antalya'da Mimarlığa Başlayışım

Mimarlığa başladığım yıl Antalyalı böyle bir mesleği bilmiyordu. Ev yapmak için sana ne gerek var diyordu. Böyle bir ortamda mimarlığa başladım. Antalya'ya mimar demesini öğretmek için on sene uğraştım... Sene 1949, mimar olarak Antalya'ya, memleketime geldim. Lisenin yanındaki baba evinde tezgahımı kurdum. Ne gelen var ne giden. Antalya'da o tarihte mühendisi bilen vardı da mimarı bilen yoktu. Bir gün şimdiki Dönerciler Çarşısında, o zaman "Kayaflar Arastası" denen sebze ve meyvenin satıldığı çarşıda yürürken, eli bastonlu, yaşlı bir adam karşımda durdu. Yüzüme bakarak "Sen Hamdi Efendi'nin oğulu değilmisin?" dedi. "Evet amca" dedim. "Sen görünmüyordun ya" deyince "amca ben okuyordum" diye cevap verdim. Adam " ne okudun oğlum" diye sordu. Ben de "mimar oldum" dedim, anlamadı "ne demek o mimar" dedi. Ben anlatmaya çalıştım, "binaların, evlerin planlarını yapıyoruz". Yüzüme bir daha baktı, "allahallah ben ev yaptıracak olsam iki usta bulur yaptırırım sana ne lüzüm var" dedi ve yürüdü.

İşte böyle bir ortamda ben mimarlığa başladım. Günler geçti, aylar geçti, kapımı çalan yok. Bir gün çok eskiden tanıdığım bir usta (Selim Gülhancı) çıkageldi. "Hayrola" dedim. "Bir plan işimiz var yaparmısın?" deyince düşünün benim halimi. Otelci Ahmet Trak'ın Saçlı Kuyu'daki evi ile Antalya'da mimarlığa başlamış oldum. O zamanlar plan ve ruhsat mecburiyeti yoktu. Sonradan başladı. Gelenler "sen plan yapıyormuşsun, belediyeden istiyorlar, ama , bir şey duydum, sen abdeshaneyi evin içine koyuyormuşsun, koku yapar, benimkini bahçeye koy" diyordu. Böyle bir ortamda Antalya'da mimarlık yaptım, çok sıkıntılı günlerim oldu. çok müşterim planda değişiklik yapmak istiyordu. Ben onlara, tek planı bozmayın da bana vereceğiniz mimarlık ücretini de vermeyin diyordum. Stadyumun arkasında iki katlı binaları yaparken bir binada mutfağın tezgahına fayans döşenmesini istedim. O tarihte Antalya'da fayans yoktu. İnşaat sahibi de çok masraflı olur diye istemedi ama ben ustayla anlaştım, beraber İstanbul'a gidip fayans alıp geldik. Gerekirse parasını ustayla ben öderim diye düşündüm. Fayans mutfağa döşenince inşaat sahibinin de çok hpşuna gitti. Fayansların parasını ödedi. Netice olarak ben Antalyalı'ya mimar demesini öğretmek için on sene uğraştım. Yani, ben Antalya'da mimarlığın alfebesini okuttum diyebilirim. Ondan sonraki yıllarda işlerim çoğaldı, Burdur, Isparta ve Antalya'nın kazalarından işler gelmeye başladı.

 

İletişim
Ana Sayfaya Git